Bu yazıya başlarken kadına şiddetin oldukça arttığı bir çağda yaşamanın üzüntüsünü paylaşıyorum. Fakat aynı zamanda şiddetin karşılıklı olduğunun da farkındayım. Kadınlara ve erkeklere öğretilen kültürel değerlerin ne denli farklı olduğu ortadadır. Yetenekli, akıllı ve becerikli iş sahibi onca kadın, yaşamlarında sergiledikleri nitelikleri nedense yakın ilişkiye girdiğinde askıya almakta ve oldukça farklı bir role bürünmektedir. İlişkinin başlangıcında sahip olunan, hatta karşı cinsi çeken ve ilişkinin başlamasına neden olan niteliklerini kadınlar ilişkiye girdiklerinde neden kapının önünde bırakmayı yeğlerler? Asıl soru aslında ilişkide özne mi nesne mi olunduğudur. Birey/özne olarak yola çıkılan bir çoğu evlilik, zaman içinde ‘‘nesneler’’ ilişkisine dönüşür. En genelleşmiş tanımıyla, erkeğin evin geçimini sağladığı, bunun karşılığında ise kadının ev işlerini, çocukların, eşin bakımını, beslenmesini üstlendiği görev ayrımıyla belirlenmiş, iki ‘‘insan-nesne’’ nin ortak evi ve hayatı paylaşma ilkesidir bu. Birey/özne olmayı içermeyen, beklentilerle donanmış işlevsel evlilik, temelde erkeğin, günlük bakımı karşılığında, kadına barınak, maddi ve sosyal güvence sağlaması amacıyla kurulmuş sosyal bir düzenlemedir. Sadece bu beklentilerle sürdürülen evlilikler, her iki tarafı da nesneleştirdiği işçin, her iki cinse de mutsuzluk ve çatışma kaynağı oluşturur. Evliliğin bu beklentilerine toplumsal roller de eklenince çıkmazlar her iki cins için de artar.
Toplumumuzun cinsel rollerdeki çifte standardı, evlilik içinde erkeğin rolünü genellikle maddi kazanç ve otorite simgesi olarak sınırlar. Evinin geçimini sağlayan erkek, toplumca, evlilik yükümlülüğünü yerine getirmiş kabul edilir. Bunu yaptığı için, evinde iyi bir bakımı ve şımartılmayı hak etmiştir! Buna karşılık, kadının evlilik yükümlülükleri saatsiz, zamansız ve sınırsızdır. Karşılığında hiçbir maddi güvencesi olmayan bir uğraşın yıpratıcılığı, sınırsızlığı, meşru yorulma hakkının dahi olamayışı, kadında içsel kaygı ve isyan duygusu geliştirir. Aslında, kadından evlilikte beklenenler erkeğe oranla kat kat fazla olduğundan, geleneksel evlilik kurumu kadınların taşıdığı ağır bir sorumluluk haline dönüşür. ‘‘İdeal kadın’’ imgesi, sadece olumlu nitelikler taşıyan ve çevresine sadece olumluluk yansıtan bir kurgudur. Buna karşılık ‘’ideal erkek’’ imgesi, olumlu niteliklerle değil de, olumsuz niteliklerin azlığıyla değerlendirilir. Yani iyi koca, karısını dövmeyen, sövmeyen, içki içmeyen ya da kumar oynamayan, başka kadınlarla ilişkisi olmayan, ya da bunların en azından birkaçını yapmayan erkektir. Kadınların mutlak olumlu özellikleri ‘’normal’’ adledilirken, erkeklerin değeri, olumsuz yanların azlığı ile ölçülür.
Sonuç olarak, evliliklerin devamı, çoğunlukla ‘’ideal kadın’’ ve ‘’ideal anne’’ imgesi üzerine yapılanır. Çoğu kadın bu imgelere uyum sağlama adı altında nesneleşmeyi göze alır ya da ‘’nesne’’ gibi davranmak zorunda kalır. Çoğu erkekse bir ‘’nesne’’ ile birlikte yaşamanın göreceli ‘’konforuna’’ (!) yaslanarak, düzeni bozabilecek sorgulamalardan kaçınmayı yeğler. İletişimsizlik ve işlevsellik üzerine kurulu bir düzenin, aslında her iki cinsi de özüne yabancılaştırdığını, her ikisini de nesneleştirdiğini gözden kaçırarak…Nesneleştirilen evlilikler, erkekler için de oldukça acı verici ve doyumsuzluğuna neden olan deneyimlerdir aslında. Evliliği her iki cinsin nesneleşmesi üzerine kuran bu tür bir yapılanma, hem kadın hem de erkek tarafından, çoğunlukla farkında olmadan benimsenmiştir. Bu süreç iki taraf için de özüne yabancılaşmaya neden olur. Bu kayıplar da, zamanla önemli depresyon kaynakları oluşturur. Cinsel rol kalıplarına sıkıştırılmış evlilikler, aslında hem kadın hem de erkek için ‘’iki boy ufak pabuç’’ dur. Evlilik, sadece bir yaşam ve mekan paylaşımıdır; kadın ve erkeğin de, ihtiyaçlarından, kişiliklerinden ve bireysel özgürlüklerinden fazla ödün vermedikleri koşullarda sağlıklı olan bir ortak alan paylaşımıdır. Her iki tarafın da ihtiyaçlarını karşılamayan, paylaşım değil baskı aracı olan, kişilikleri söndürme ya da değiştirme amacı güden evlilikler, bitmez tükenmez bir çatışma alanı oluşturur. Bu kitabı okurken Türkiye’de depresyon oranının neden arttığını daha iyi anladım. Sadece fiziksel değil sözel şiddetin de artması, stres dolu bir çevreyle boğuşmanın hem erkek hem de kadın için zor olduğu aşikardır. Bu yüzden doyumlu bir ilişki özlemi hem kadınlar hem de erkekler için önemlidir. Sevgi diliyle harmanlanmış evliliklerde kadının da erkeğin de daha mutlu olduğu gözlemlenmekte, ayrıca çocukların da daha mutlu olacağı da belirgindir.
Referans: Navarro, L. (2002) İki Boy Ufak Pabuç, Remzi Kitabevi, Bağcılar/İstanbul